Lanet olsun ülke gündemine. Bu haftaki yazımı “ped” tartışması üzerine yazıp editörüme göndermek üzere posta kutumun taslaklarında bekletirken Asli Erdoğan'ın (sonradan bu sözleri söylemediği anlaşılan) verdiği röportaj gündeme düşüverdi. Ben de yazımı önce güncellemeye uğraştım, sonra baktım ki yetmiyor yerim, yeniden başka bir yazı kaleme almaya başladım.

İlkokula yeni başladığım yıllardı. Alaybey’de Tersane’de otururduk. Naldöken İzban'ın olduğu yer o zaman Yeni Asır Parkı’ydı. Gümüşpala’dan gelen çocuklarla kesiştiğimiz yerdi orası. Mahallenin çocukları Gümüşpala’dan gelen Kürt çocuklarını oyuna almaz, onlardan “kro” diye söz ederdi. Kimin topu var ise oyunu o kurardı. Kapitalizm o zamanlarda ağını örüyordu 8-10 yaşlık hayat tecrübelerimize. Futboldan hiç hazetmememe ve hatta asla becerememe rağmen “krolar” da bizimle oynayabilsin diye her zaman topum vardı ve gözüm gibi bakardım. Zaman zaman çıkan kavgaları ayırmışlığım ve hatta bu sebeple kafamın kırılmışlığı çoktur.

Yine İlkokulda da en yakın arkadaşlarımın babası devrimci olduğu için cezaevindeydi. Onlarla oturur dertlenir, babamın beni okuldan gelip almasını Devrim ve Evrim üzülmesin diye asla istemezdim. Dayımı yeni kaybetmiştik ve acımız tazeydi. Devrimcilik, solculuk evdeki tabu konulardı. Dayım ölmeseydi belki onların babası ile Buca Cezaevi’nde olacaktı. Olsundu.

1987’de Karşıyaka Ortaokulu'na başladığım yıl sınıfta ilk edindiğim arkadaşımın adı Marina idi. Musevi olduğu için din derslerinden muaftı. O ders esnasında bahçeye çıkardı tek başına. Öğretmenden izin alıp bir çok seferinde onun yanına gittiğimi hatırlıyorum yalnız kalmasın diye. Şafii bir Kürt ve henüz 7 yıldır İzmir'de yaşayan bir "kro" olarak benim kurduğum empatiyi, Marina ile birlikte doğup büyüyen diğer arkadaşları yazık ki kuramıyordu. Hep sessiz ve sınıfın en arkasında oturan melek kalpli bir insandı.

1989'da bir yakınımızı Elazığlı bir çocuğa istemeye geleceklerdi. Kızın annesinin "Aleviyseniz hiç gelmeyin" dediğini ballandırarak anlattığına tanık olmuştum. Kızılbaş sözünü ilk defa duyuyordum. Hadi diyelim ki Marina Müslüman değildi; ama öğrendiğim kadarıyla kızılbaşlar da bizim gibi Müslümandı. Ama o zaman niye bizim evlerimize gelmesinlerdi?

Özetle, örtülü bir Kürt antipatisi, Sünni olmayan herkese karşı doğrudan bir önyargı hep vardı benim de çocukluğumda. Kitaplarda yazmasa da 12 Eylül kodlamıştı bunu her ailenin günlük yaşantısına.

İyi Türkçe konuştuğum için Bitlisli olduğuma kimse inanmadı tüm yaşantım boyunca. Çocukken, "annegil, nene, pıskılet, aşortman" dediğim için alay konusu olmuşluğum da çoktur. Öte yandan, eklemeliyim ki annem bize kızdığında "Zaza" ya da çingene anlamına gelen "mıtrıp" diye bağırır; babam da Ermenice oğlan çocuğu anlamında "dığa" diye azarladı.

Tüm bu öğrenilmiş safsatalara rağmen herkesi seven vicdanlı bir insan olmayı öğrendim. Öğrenmeye de devam ediyorum. Okul kitaplarında yazmaz ama ayrımcılık toplumun tüm kılcallarında vardır bu coğrafyada. Kendinden olmayana hep şüpheyle yaklaşır.

İyi ihtimalle de tanıdıkça pişman olup, bu pişmanlığı bile örtülü başka bir ayrımcılıkla kamufle eder bu toplum : "Hiç benzemiyorsun". Bunun bir sonraki adımı "Benim de gay arkadaşlarım" var diye başlayan cümlelerdir. Ya da trans kadınlardan söz ederken “benden daha güzel” güzellemesi yapan kadınların kodlarında vardır bu örtülü ayrımcılık. Öğrenilmiştir. Değiştirilmesi için sevgi ve kararlılıkla beraber vicdan ve uzun bir eğitim süresi şarttır.

Mülteci, Lgbti+, Kürt ve Ermeni konusunda hiç şaşmaz bu. Anlıyor gibi yapmak, lütfeder gibi sevmek bu toprakların mayasıdır maalesef. Biraz daha hafif versiyonları engelli, TC vatandaşı olmayan yabancı, Rum, Süryani ve Ezidiler ile otizmliler için de görülür.

Bizim mahalle/sizin mahalle mevzusu ilkokuldan önce ailede, çocuk parklarında başlar, okul sıralarında devam eder. Ötekine zulmetmek toplumsal bir meseledir bizde. Öteki’nin Öteki’ne yaptığı zulüm ise bunun daha korkunç bir versiyonudur ve Aslı Erdoğan’ın geçen hafta sonu uğradığı linç bunun güzel bir örneğidir.