On dokuzuncu yüzyıl ortalarından sonra halkların üzerinde kurulan egemenlik, teknolojik, askeri ve mali üstünlük sömürgeci yayılmanın nedenlerinden olmuştur. Emperyalist refleks yeni yüzyılın sanatsal ifadesini de şekillendirmeye devam etmektedir. Durduğumuz cepheden geleceğimizi inşa etmekten başka şansımızın olmadığını tariflemeye çalışmalı. Bu yazının önerisi batının kibirli, yüksek estetik deneyimini niçin anlayamadığımızı vurgulamak olacak. Bu günün çelişkileri, çok eskilere uzanan estetik özneleri ve emperyalizmin kullandığı yeni plastik biçimleri dikkate almadan anlaşılamaz.

John Berger’in ‘’Sanatla Direniş’’ kitabının yedinci metin ile başlayalım. Edgar Degas’ın  (1834-1917) nü çalışmalarını inceliyor. Bunu biliyorum. Biliyorum çünkü üretime yeltenmiş birisi olarak sezinliyorum. Estetik bir değer yaratmanın esas zorluğu başlama heyecanı değildir. Finale gelene kadar tutkusunu sürdürebilmektir zor olan.  Çoğu isteksizce başlamasa bile yarım bırakılmış oyalanmalardan ibaret. Görünen o ki Degas’ın sönen heyecanı ile aynı fikirde olmayan endüstri bu eskizleri bizimle paylaşma gayretinde. Berger’in gayretine dönecek olursak. Baktığı nesneyi (Dega’nın eskizleri) durumundan bağımsız bir yere taşıyor. Diyor ki; ‘’Pek çok sanat izleyicisi için bir beden ne kadar çıplaksa, gelenekle o kadar giydirilmelidir, ister sapkın ister idealize olsun normlara o kadar fazla uygulanır; çıplağın, bir taburun üniformasını giymesi gerekir!’’ tespit için incelediği nesne konunun bahanesi olmuş. Metin içinde gelen esas vurgusu batılı estetiğin diktasını özetliyor. Bir soru ile başlıyor bu sefer. ’Peki Degas bitirilmiş başyapıtlar bırakmadıysa, geriye ne bırakmıştır?’’ cevabını da berrak ve net bırakıyor usumuza.’’…çok tuhaf bir şey bırakmıştır geriye. İsmini. Desenleri sayesinde artık bir fiil olarak kullanılabilen ismini’’

İsim merkezli dokunulmazlığa 1917’de ‘’Çeşme’’ ile savaşı başlatan Marcel Dushamp’la devam edelim. Sanatçı tarafından seçilen hazır nesneyi basit bir müdahale ile mevcut yozlaşmayı eleştirmek. ‘’R.Mutt’’ olarak imzaladığı nesnenin yegâne becerisi belki de burada yatıyor. Sanat çevrelerinde bilinir olan kimliğini saklamak, Amerikalı sanatçı izlenimi kazanmak için düşünülmüş bir imza. Araştırmamızı derinleştirdiğimizde pek çok dil yapısına hakim bir profil görüyoruz. Almanca diline hâkim sanatçının dolaylı ya da doğrudan dehasını fakirlik göndermesine kadar sürdürdüğünü fark ediyoruz. Bu içinden çıkılmaz şımarık sanatsal paradoksun gerçek niyetini Dushamp noktalıyor. “Pisuarı suratlarına fırlattım, şimdi kalkmış güzelliğine, hayran oluyorlar’’ itirafına rağmen uzayan bir paradoks. Dushamp’la beraber ilerleyen batılı estetik aura doğurmaya (düşük de olabilir) devam eder.

‘’Camphell’s Soup Cans’’, camphell’s çorba şirketinin sunduğu 32 çeşit çorbanın görselini içeriyor. Warholl, hedeflediğinin eşitlik olduğunu, sanatın herkes tarafından ulaşılabilir bir çorba konservesi gibi olması gerektiğini savunmuştur. Bir üretim tarzı ya da tarzları arasında asıl yerini belirleyen şey, o toplumun ekonomik etkinlikleridir. Warholl makineleşmek istiyor. Zengin ve ünlü olmak istiyor. Çorba kutuları kadar, gözleyebildiği çevrede bunu yapabilenler var. Bunu hemen ve şimdi duygusuyla arzuluyor. Bu istekleri karşısında verebileceği bir şey olmalı. O da içeriğin önemsizleştirilmesini taahhüt ediyor. Hazır nesneden hazır çorbaya sürüklenen insanlığın hazırlandığı dijital bir sabaha uyanıyoruz. Her dijital olanak kabul edilebilir gelişme sayılamaz. Niçin anlamıyoruz? Anlatacağı bir şey olmadığı için olabilir mi?