AHMET BÜKE  - Kitabın kıt olduğu zamanlarda büyüdüm ben. Şimdi daha okuma yazmayı bilmeyen kızımın küçük bir kitaplığı var. Benim ilk kitaplığım, annemin yeniden boyayıp temizlediği eski bir ayakkabılıktı. İzmir’e, toptancıya mal almak için giden babama yalvardığımı hatırlıyorum:

“Baba vallahi de billahi de ağır ağır okuyacağım getireceğin kitapları. Hemen bitirip yenilerini istemeyeceğim.”

Az kitap çok kitap da demektir aslında.

Benim için az kitap iyi kitaptı aynı zamanda. Satır satır okunan sayfalardı. Hatta yeniden okumalara doyulmayan kitaplardı. Onlar eskimesin diye kaplanırdı. Yıpranan yerleri özenle onarılırdı. Sırtına kat kat şeffaf bant geçirilirdi. Notlar düşerdim kimisinin sayfaları üzerine. Kalem değdirmeye bile kıyamazdım kimi zaman da. İlk sayfaya adımı yazardım; okul numaramı hele mutlaka.

İşte bakmaya kıyamadığım az kitaplar içinde büyüdüm ben. Hepsini de çok sevdim. O eski ayakkabılığın raflarındaki her biri için emek verdim. Hatta kan döktüm(!) çünkü epey bir bölümü sünnet hediyemdi.

Dedim ya az kitap çok kitaptır çünkü hepsinin öyküsü vardır.

Az kitabınız varsa hiç sizin olmamış kimi kitaplar da sizindir aslında. Zira onların da öyküleri vardır kalbinize dokunan.

İşte benim de öyle iki kitabım oldu; aslında hiç olmadılar ama ben onları kitaplarım arasında sayarım hep. Üstelik isimlerini bile bilemedim.

Anlatayım.

İlkokulda girişimci bir çocuk vardı. Arife günleri lokum, bayramlarda oyuncak, Hıdrellezlerde ise dilek taşı satardı. Adı saklı kalsın diye C. diyelim şimdi.

C., o sene bir de çekiliş organize etti. Koca bir un çuvalında numaranmış paketler vardı. Söylediğine göre harika oyuncaklar, sırtı fiyakalı cep aynaları, parmakları açık kar eldivenleri, onluk Mabel sakız paketleri, teneke Meysu daha neler neler…

Bu, hayali ömre değer çekiliş curcunasının bileti iki buçuk liraydı ki iyi paraydı benim için çünkü haftalığım bir beşlikti.

Bütün sınıf numaralarımızı aldık. Cuma günü paydos zili çalınınca C. bizi okulun arka bahçesinde topladı. Tombala kesesinden sırayla sayıları çekmeye başladı.

Bana kesekâğıdı içinde bir kavanoz Oralet çıktı. Portakallı Oralet!

Onun ismine de S. diyelim çünkü sınıfın en güzel kızıydı ve hâlâ öyledir; S’ye çıkan kesekâğıdının üzerinde “Muzaffer İzgü’nün iki kitabı” yazıyordu.

Benim iki buçuk liram heba olmuştu. S’ye bir hazine çıkmıştı bana göre ama hiç memnun görünmüyordu. Bu normaldi çünkü S. sınıfın en güzel kızıydı, ona Mercedes çıksa bile beğenmeme hakkı vardı.

Yine de eve dönüş yolunda şansımı denedim.

“Değişelim mi?”

Hiç konuşmadı.

Epey bir Oralet’in faydalarını anlattım. Hatta o zamanlar çok meşhur olan Oralet Osman reklam filmindeki Osman Alyanak’ın taklidini yaparak “Mis gibi portakal, hemi de C vitaminli. Kolay portakal…” bile dedim.

Gülümsedi ama yanıt vermedi.

“Bari Muzaffer İzgü’nün hangi kitapları bunlar. İsimlerini söyle.” dedim.

Saçlarını savurup gitti.

O günden sonra bunu hırs haline getirdim. Babam İzmir’e her gidişinde Muzaffer İzgü kitabı ısmarlıyor sonra sonra S.’ye, “Bu mu? Bu mu yahu?” diye soruyordum.

“Cık!” diyordu sadece.

S.’lerin bahçe duvarına o kadar çok erik, şeftali ve nihayetinde bizim bahçenin güllerinden taşıdım ki adım sersem aşığa çıktı mahallede.

Yine de S.’nin hakkını yemeyeyim, onun sayesinde dünyanın en güzel yazarlarından birini tanımış oldum. Üstelik ilkokul bitene kadar epey bir İzgü kitabı okudum. Kitapları zaten seviyordum ama böylece iyice tutkunu oldum.

Bu o kadar işime yaradı ki güzel kızların çoğu zaman başkalarını sevdiklerini ama kitaplar sayesinde bu acının da geçtiğini hatta zamanla eğlenceye dönüştüğünü erken yaşta öğrendim.

Yani Muzaffer İzgü’nün üzerimde hakkı çoktur.

Gölgesiyle ve kitaplarıyla hep başımızda olsun. Çok çok sağ olsun.

12 Haziran 2017

Fotoğraf: Kadir İncesu

Editör: Haber Merkezi