Y. Bekir Yurdakul

İstanbul’dayız. Kızımız küçük. O park senin bu park benim dolaşıp duruyoruz bebek arabasıyla. Arada arabada uyuduğu da oluyor. O araları değerlendirmek için yanımıza bir iki kitap almayı unutmuyoruz.

Daha Eskişehir Osmangazi Üniversitesinin “Küçük Dev Adam” sempozyumunun düşü bile kurulmamış. Ne de Ankara Üniversitesinin Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Sempozyumunun tasarımı... Çok ödüllü yapıtı “Zıkkımın Kökü” filme de alınmamış, belki kimi yönetmenlerin düşlerinde dolanmakta. Sevgili İzgü, “Çocuk okuru olmayan bir toplumun yetişkin okuru da olmaz!” sözünü de dememiş henüz. Aydın’da tiyatro sahnesine adı da verilmemiş. “Kim 500 Milyar İster” adlı yarışmada bir yarışmacı, Muzaffer İzgü’nün “Aydınlı” olduğunda, adı gibi emin, ayak direyip elenmemiş de.

Ve bendeniz; bir Alsancak şenliğinde, sokak panolarında yer verilmek üzere şu satırları yazacak kadar tanımamışım henüz bu dirençli insanı:

“Bir top ak pamuğa sarılı yürüyen gülümseme. Sesi bir yerlerde, aklı hep Alsancak’ta, denizi arayan sokağında. Hayatın coşkun akan selinde sevgiliye adanmış ömür. Kıyamam çocuk, savaşa öfke, hayata avuç avuç tat, hayına yumruk, insana el! Hoca Nasrettin müridi! ‘Çıktık açık alınla!’ bebesi... Çocuk arkadaş. 75’lik çocuk.”

İstanbul’dayız. Bakırköy’de, Zuhuratbaba Parkında... “Bir Mayıs Polis Bayramı”nı da kucaklayıp çıkmışız evden. İzgü’nün o günlerde yenile yayımlanan bu kitabını, eşim okumuş, ben de bitirmeye durmuşum. Kızımız oyuncaklar arasında “şimdi sıra kimin” yarışmasına dalmışken duyuldu mısırcının sesi. Haşlanmış mısır. Hem mevsimi hem de parkta!

Vardım yanına. Gençten bir satıcı. Bir yandan eşimin, “süt” olsun, uyarılarını dikkate alıp mısır seçerken bir yandan da koyulttuk mu sana sohbeti mısırcıyla. Elimdeki kitabı görünce kederlendi:

- Ne güzel, okuyorsun abi!

Boş bulunup “Sen?” diyecek oldum. “Severim okumayı...” deyip duraladı. Sonra da bir “ama” yükseldi dudaklarından.

Bakışlarımdan okudu “ama”nın ardını arayışımı.

- Nerede abi, para mı var ki? Ancak doyuyor karnımız.

“Kütüphaneler, arkadaşlardan/ komşulardan ödünç alabilirsinler vb...” akıl yürütmelere boş verdim.

- Olsa okur musun?

- Okumam mı abi? Hem de severek!

Uzattım “Bir Mayıs Polis Bayramı”nı.

- Bak bu yeni çıktı. Muzaffer İzgü’nün. Biz okuduk, az bir şey kaldı bitmesine. Ben yeniden alırım.

- Ama abi!.. (Duraladı.) O zaman ben de senden mısır parası almam.

O olmazdı işte. Zor da olsa ikna etmiştim, “say ki İzgü’nün hediyesidir; o seni, beni/ bizi yazıyor; ben okudum, sen de oku; sevinir”i de araya katarak.

“O zaman kızının mısırı benden olsun.” ikramının ardından sordu:

- Tanır mısın abi Muzaffer İzgü’yü?

“Elbette.” demiştim ‘O beni tanımaz ama!’yı içimden geçirip.

Mısırcı bütün kazanı satıp bitirmiş bir keyifle sürmüştü arabasını yarınlara ve o karşılaştığımız anki kederini bana bırakıp.

Aradan birkaç yıl geçti geçmedi, kendimizi İzmir’de bulunca yapıtlarından sonra kendisiyle de (anımsadınız mı sevgili Sezai Sarıoğlu’nun, “tanışmak” ve “yeniden tanışmak” seslenişini) tanıştık Muzaffer İzgü’yle.

Şu yukarıda anlattığım mısırcıyı söyledim bir gün Muzaffer abiye. Sevinci, yeni bir kitabını kucaklamış olmak gibiydi.

- Yaşa Bekir, ne güzel yapmışsın!

Sonra duraklamıştı:

- Desene bir kitap borçlandım sana...

Hepimizin az çok tanıdığı, aşina olduğu bir addır İzgü. Ondandır ki bilinenleri yinelemeden şuracığa farklı birkaç satır düşsem dedim onun için.

Hayatta en çok karısını (böyle dediğine bakmayın, sevgilisidir aslında “rahat uyusun” Günsel abla) sevmiştir o. Ve en çok “her başarılı erkeğin arkasında...” diye başlayan tümcelere kızmıştır. Bir de evde barkta, “Yazı yazıyorum hanım, sustur şu çocukları!” kibirlenmelerine düşenlerden utanmıştır.

Bir “vosvos”u (hani şu Hitler efendinin ürettirdiği ama halkın olmasını engelleyemediklerinden) vardır, şehrin dışına çıkar. Evde çocukların oyununu engellememek için. Dikiş makinesinin tahtasını (altlığını) kucağına alır, üstünde daktilosu. Sigara denen meret de dostu o zamanlar; fosur fosur, tıkır tıkır derken otomobilin içi göz gözü görmez olur. O günlerden birinde şikâyet de etmişlerdir arabada ne yaptığını yoramayıp.

Jandarma gelir, tıklatır.

Açar camı İzgü. Ne yaptığını görünce döner şikâyetçilere, “Hadi be!” der kovar hepsini, bırakıp gider jandarma.

Sonra İzmir yılları. Aynı titizlikten çıkınca yola, evde kimse hele ki çocuklar yorulmasın, Üçyol’da bir “dükkân” kiralar. Her boşluğunda soluğu orada alır. Okur bir yandan (hâlâ yaptığı gibi), gazetelere göz gezdirir, arada uğrayan dostlarıyla sohbetleri koyultur bir de.

Komşu esnaftan meraklı birileri çalar bir gün kapısını. Uzatır başını kapı aralığından:

- Ne iş yapıyorsunuz burada?

Yanıt sanki dünden hazırdır:

- Löpestik satıyorum.

Ne meraklı anlamıştır ne satıldığını o küçücük dükkânda ne de İzgü’nün bildiği vardır nedir “löpestik”!

Derken 12 Eylüllü günler çalar kapıyı. 1978’de “Donumdaki Para” ile öykü ödülünü aldığı Türk Dil Kurumunun da üyesidir. Darbeciler sudan gerekçelerle kapatınca TDK’yi yerine kurulması tasarlanan Dil Derneğine kurucu üye olamaz ama 34 kurucunun ardından 35. üye olarak kaydolur.

Donumdaki Para”, 12 Eylül denince de anlatılacak bir dolu öykü vardır aslında ama onları da “edebiyat tarihçisi” (okur) bulsun!1

Bir gün bir “dosya” için bilinmeyen bir çocukluk anısını istemiştim İzgü’den de. Evet, “Zıkkımın Kökü”nde yazmıştı hepsini ama “ille ki yazmadığın, örneğin çocukluğuna dönsen/ dönmek istesen... anımsayacağın bir an...” deyince bakın ne anlatmıştı:

“İkinci Dünya Savaşı başladığında yedi yaşındaydım. Evet, yoksulduk, çok yoksulduk ama o güne dek, doyum tokum ekmek yiyebiliyorduk. Ekmek, tek gıdamızdı bizim. Yanında ne makarna, ne bulgur, ne patates, ne mercimek... Savaş başlayınca ekmek de bitti. Tükendi. Babamın aylığı on sekiz liraydı. Bu parayla ancak on sekiz ekmek alabilirdik, o da karaborsadan, ya da üç buçuk kilo toz şeker...

“Bir gün annem duvarı yumrukladı. ‘Bizi aç bırakanlar utansın!’ deyip çıktı, gitti. Biraz sonra bir çuvalla döndü. Bulgur kepeğiymiş. En ucuzu bulgur kepeğiydi. Setik derdik adına. Bulması, alması bir dert, yemesi başka bir dertti. Yanınızda su olmazsa setik topağını yutarken boğulurdunuz. Kardeşimle ben, gözlerimiz gövere gövere, o topakları yutmaya çalışırdık. Ama zenginin her şeyi vardı; eti de, sütü de, yumurtası da... Birilerinin paylaşım kavgası, birilerinin ‘savaş zengini’ olması için, benim gibi, milyonlarca çocuk aç kalmıştı. Onun için hiçbir gün demedim; demem, diyemem, ‘Ah, çocukluğumu bir daha yaşayabilsem!’ diye.”

Ne yazmıştır, nasıl yazmıştır İzgü. Tıpkı Orhan Kemal’in, yargıca dediği gibi,2 yaşadığını (bu toprağın insanını ve onun uğradığı haksızlığı) bildiğini (yoksulları, namusuyla ekmeğinin ardında koşanları; merhametsizleri, onurunu bir avuç çıkar için utanmadan yiyenleri...) yazmıştır:

Okullardan birinde çocuklarla sözü ve hayatı paylaşırken ufaraktan bir yavru elini kaldırıp seslenir İzgü’ye:

- Ben senin nasıl yazdığını biliyorum!

Şaşırır İzgü. Nereye vardıracaktır bu çocuk sözü, merak eder ve sorar:

- Nasıl yazıyorum ben?

- Senin içinde bir çocuk var; o söylüyor, sen yazıyorsun.

İçindeki çocuk mu?

Onu da kendisi söylüyor yazdıklarının/ anlattıklarının bir yerinde:

“Bebekleri hep leyleklerin getirdiği söylenir ama leylekler bizim mahalleye uğramamışlar hiç, nedense mahalledeki yoksul arkadaşlarımı da beni de kömür çuvalının içinde bulmuşlar.”

Ah sevgili Muzaffer abim, Asım Bezirci halklı çıkmalı;3 unutma olmaz mı?


Notlar:

1 Yıl 1978. Türk Dil Kurumu (TDK) ödülleri açıklanmış. Haberi, TRT’de, dönemin önemli spikerlerinden Aytaç Kardüz veriyor:

“Roman dalında, ‘Sancı... Sancı’ ile Necati Tosuner; deneme dalında ‘Bir Yumak İnsan’ ile Çetin Altan; şiirde, ‘Trabzonlu Delikanlı’ ile Yaşar Miraç ve gülmece dalında, ‘Donumdaki Para’ ile Muzaffer İzgü…” diyor demesine de İzgü’nün yapıtını hem başını eğerek hem de sesini alçaltarak (mahcup/ utanır bir ifadeyle) duyuruyor. Haberi dinleyen İzgü, bu sunuşu yıllarca unutmayacaktır.

Ödüllerin açıklanmasından kısa süre sonra, Ankara’da bir kitapçıdan, bir kadın, İzgü’nün ödüllü kitabını soruyor:

— Sizde ‘Donumdaki Para’ var mı?

Görevli, bir anlık şaşkınlık ve tereddütten sonra kitabı uzatıyor okura. Kadın çok seviniyor ve eşine telefon etmek için izin istiyor. Kendisine uzatılan telefonun tuşlarına hızla dokunuyor. Eşinin telefonu açmasıyla kadının sevinçle haykırması bir oluyor:

— Alo, hayatım; ‘Donumdaki Para’yı buldum!

2 “Ne dediğini bilen bir yazar için sınıflar dışında bir edebiyat yoktur.” diyen Orhan Kemal, öykü ve romanlarında haksızlığı, hukuksuzluğu, yoksunluğu, toplumsal çelişkileri anlattığı için birçok kez yargılanmıştı.

Yine böyle bir davada yargıcın, “Niye hep yoksulları anlatıyorsun?” yollu sorusuna verdiği şu yanıtla aklanmıştır:

“Ben ciddi bir yazarım. Zenginleri bilsem onları yazardım. Fakirleri bildiğim için fakirleri yazıyorum.” (Y. Bekir Yurdakul, “Ölmeden İyi İnsanlar”, Yitik Ülke Yayınları, 2016 İstanbul)

3 Yıl 1990. Karşıyaka Belediyesi “Muzaffer İzgü’ye Saygı” toplantısı düzenliyor. Konuşmacılardan birisi de Sivas-Madımak’ta yakılan aydınlarımızdan Asım Bezirci’dir.

Bezirci o gün şunları söyler:

“Benim adımı çıkarmışlar çok çalışkanım diye. Şöyle çalışırmışım, böyle çalışırmışım. 60 yaşındayım. 66 yapıtım var. Muzaffer İzgü’ye bakın 57 yaşında, 72 yapıtı var. Onun yapıtları 72’den 172’ye çıksın. Çünkü ülkemiz ancak onurlu yazarların, kişilerin çabalarıyla aydınlığa çıkacaktır.”

Fotoğraf: Kadir İncesu

Editör: Haber Merkezi