Epey oldu galiba yazmayalı ya da yazamayalı diyelim biz buna.

Bu zaman içinde yine olan oldu memlekette. Hop eski başbakan gitti, hop yeni başbakan damdan düştü...

Daha önce de bin bir bela ve olayla duyduğumuz Metro Turizm'in muavini bir kadın yolcuya cinsel saldırıda bulundu ve tabii serbest bırakıldı...

Biraz daha yakınımızda, İzmirspor metro durağındaki bir heykelin*, "müstehcen" olduğu belirtilerek önce açık yerleri kapatıldı sonra da biri bu heykeli paramparça etti...

Oldu bunlar.

Hepsine dair ayrı ayrı şeyler yazmak istedim ama yapamadım. İnsan, bir şeyi çok yapmak isteyip de bir türlü yapamadığında, heves kırıklığı oluyor bunun adı.

Aslında böyle bir şey yok, uydurdum ve inandım buna. Şimdi uzunca bir süre yazamama durumuma bir ad da bulmuş oldum: Heves kırıklığı.

-Heves, aldı toprağa ekti beni. Sulamadı.

Mayıs'ın son günleri… Memleket yine düdüklü tencere gibi... Finaller desen misafirin arsızı, dayandı kapıya. Bunlar bahane ya biraz kafam açılsın diye çıktım dışarıya.

Mayıs, tutmuş elimizden haziranlara taşıyor bizi. Haziran, yeni bir şeylere başlamanın ilk ama asla başarısız olmayan adımı benim için. Belki de çoğumuz için. Yaklaşmanın vakti haziran... Direnişin.

-Gezi, 3 yaşında!

Konak'tan İnciraltı'na bisiklet sürmek iyi fikir diye düşündüm. Balıkçılar, bir sinema filminin kesik kesik hızlıca geçen sahneleri gibi akıp gitti gözlerimin önünden yol boyunca. Sabahtan üstümüze çöken kara bulutlar, çoğunun üstündeki yağmurluklara ve dizlerine dek uzanan lastik çizmelere müthiş gerekçe olabilirdi. Kimisi mekanizması iyi oltasına, kimisi de yalnızca cılız misinasına ve şansına güveniyordu. Ama hepsi bekliyordu işte. Bir ses geldi o anda yan taraftan: -Şu adamlar şu balıklar kadar sevdiklerini bekleselerdi ohooo...

Uzun bekleyişin ardından oltaya gelen balıklar, daracık plastik kovalarda kuyruklarını kovalıyorlardı. Kovanın içinde denizini özleyen bu balıklar, sekiz sene öncesine götürmüştü beni ve sekiz sene öncesine gitmek demek "balık hafıza" lığa kırmızı bir çizgi çekmekti benim için. O yıllarda bir balığım vardı ve bir gün balığımın yan yattığını fark etmiştim. Hiç kımıldamıyordu. Balıklar da yorulurmuş, demiştim kendi kendime. Ertesi gün yan yatan balığımın ölü olduğu için öyle durduğunu söylemişlerdi. Çok yorulmuş demek ki, diyebilmiştim sadece. Buydu tek cevabım. Çocuk kalbi işte…

Balıkçının kovasındaki balıklar da çok yorulup yan yatınca yola devam ettim. "İzmir beni iyi ki bulmuş ya da ben onun yoluna iyi ki denk düşürmüşüm yolumu! " diye geçirdim içimden. Büyük harflerle hem de. İYİKİ!

-Sevdiğin şehir, sana benzer bir vakit.

Göztepe'ye vardım. Kenardaki balıkçılar azala azala burada bitmişti artık. Kalabalık da azalmıştı. Kayaların üzerine özenle serpiştirilmiş gibi duran birkaç insan vardı yalnızca. Birine bakakaldım. Ona baktığımı görecek diye yüreğim ağzımda ama bir o kadar da umursamazdım. Görürse görsün, dedim. Baktım. Hemen önündeki kayada bir yığın poşet, içinden taşan battaniye vb. eşyalar, hemen yanında da bir şarap şişesi duruyordu. Zayıf bir adamdı. İnce bacaklarını gelişigüzel uzatmış, kucağındaki yavru kediyi besliyordu eliyle. O adamın evi yoktu, benim de söyleyecek sözüm.

-Bin odalı eve hiçbir şey sığdıramaz ki sevmeyen insan.

Kalbi geniş olan, koca bir dünyayı sığdırmış içine. Arada şu terelelli memleket hâllerinden sıyrılmak iyi gelecektir, çıkıp görelim bazı şeyleri.

 

* İspanyol sanatçı Amancio Gonzales Andres’in, İzmir Metrosu'nda yer alan ‘Müzisyen’ isimli heykeli