Gecesinde şarkı dinleyerek uyuduğum ve sabahında yine aynı şarkıyı duyarak uyandığım çokça sıradan bir gündü. İzmir’den İstanbul’a, evime geldiğimin ilk gününde, balkondaki saksıya ektiğim fesleğene suyunu fazla verdiğim için taze, kırılgan belleri azıcık bükülmüştü sanki. Patisinin sıcaklığı ellerime karışan Güneş, pencereden bakıp kuşları düşlemekle geçirecekti yine tüm gününü.

  Yaz günleri hep böyledir. Eğer henüz tatil için bir yere gitmemişsen ya da bir uğraşa vermemişsen kendini, kiraz saplarından ve çekirdeklerinden masaya bir kelime yazacak kadar sıkılabilirsin:

-Sıcak.

Bir yere gitmek istersin, dersin ki: “Bugün geçti artık, yarın. Mutlaka…”

Sonra oturur, bu yazıyı yazarsın. Yazının içinde iki adamın isminden bağıra bağıra bahsetmek de geçer içinden. Sabret, dersin.

 

*

Ekmek almak için dışarı çıktım. Sokağımızdaki ufak, sıcacık fırına her girişimde aklıma bir zamanların güzel dizisi Ekmek Teknesi’ndeki o fırıncı gelirdi. Neydi adı? Heh, Nusret Baba. Hani dizideki Gamsız Celal’in “Baba köpeğinim..” diye seslendiği fırıncı..  Ama bugün o fırına girerken ne o dizi, ne de o dizideki fırıncı geldi aklıma. Eskişehir’deki bir fırını ve fırıncıyı hatırladım. Oysa ben hiç gitmemiştim ki Eskişehir’e. Hiç orada bulunmamıştım. Ama Ali İsmail oradaydı. Haykırmak ve de 19!

Kaşlarımı çatıp “Ekmek var mı?” dedim. Dünyadaki en manasız soruydu bu. Ellerini aceleyle üstündeki önlüğe silen fırıncı öylece bakakaldı yüzüme. Hiç bozmadım.  “ 2 tane ekmek alabilir miyim?” Dedim.  Az önce öfkeyle çattığım kaşlarım, sorduğum sorudan duyduğum utancın etkisiyle yelkenini indiren bir yelkenliye dönüşüvermişti. Gülmek istedim. Parayı uzattım. Aceleyle sildiği elleri hamurluydu. Uzattığı paraya yapışmıştı ufak bir parçası. Fırıncının verdiği para üstünü cebime atarken kağıt paranın üstünde bir yazı gördüm:

-Hurşit Külter nerede?

İşte, yelkenler tekrar fora!

**

  Geldiğimde masa hazırdı. Annem yeşillikler arasından semiz otuna uzanırken “Şundan da yiyive gari!” dedi. Ege şivesi semiz otundan başlardı bizim evde. Ot bitti, şive de gitti. Güldüm. Yine de bu durum, yemeği fazla kaçırdığı zaman midesi ağrıyan annemin “Mide spazmı geçiriyorum herhalde…” diyeceği yerde şakacı bir tavırla “ Eyvah, mide faşizmi geçiriyorum!” demesinden daha komik olamazdı. Kesinlikle.

***

 Uzunca bir vakitten beri bütün cumartesiler, ertesi gününde okuyacağım gazetelerin Pazar eklerindeki harika köşe yazılarını büyük bir hevesle beklemek oldu benim için. Bugün de öyleydi. İçlerinden biri vardı ki, bir solukta bitiriverdim onu. İşte o yazı sayesinde Ulus Baker’in “Kumgüzeli” isimli yazısıyla tanıştım sonra. Bazı anlar kocaman bir tesadüftür ve baştan sona güzellikler taşır içinize. Ama canınızı da yakar. Bu, öyleydi.

“Kedi sakladım senden, öykü sakladım, belki bunu da saklayacağım... İhanet... Ama sen, güzelsin.
...
Duruşum, bozuluşum, mahvoluşumsun.

Cazgırlık etmem... Gönlünde yokum... Aşkımız, yok! Gerçekten... Güzeldin." demiş Ulus Baker.

****

“Kumgüzeli” ni okuduktan sonra sevdiklerime de gönderdim. İstedim ki onlar da böyle yapsın. Bu olmasa da İmran’dan en güzel teşekkürü almıştım bile bu yazıyı onunla paylaştığım için:

“Çok susamışım, farkında değilim ve bana süslemeleri silinmiş eski cam bir bardakta su vermişsin gibi hissettim.”